Ali Rıza Efendi vefat ettikten sonra, aile zor günler geçirmeye başladı. Zübeyde Hanım, kocasından kalan eve her an şükrediyordu ama kocasından kalan iki mecidiye maaşla hayatı idame edemiyordu. Bu zor süreçte abisi ona yardım ediyordu. Zübeyde Hanım ve Mustafa, o yaz dayısının da çalıştığı Lavgaza yakınlarındaki Hüseyin Ağa'nın çiftliğine yerleştiler. Orada hem çalışıyor hem de yaşıyorlardı. O sıralarda Mustafa'nın eğitim hayatına nasıl devam edeceği de tartışılıyordu. Mektebe başlayacağı yıllarda oğlunun hafız olmasını isteyen Zübeyde Hanım, Mustafa ortaokul yaşına geldiğinde, ailesinin içinde bulunduğu durumun da etkisiyle, oğlunun tüccar olmasını istiyordu. Bir tüccarın yanında çırak olmasını, daha sonra ticaret yapmasını ve anasına bakmasını istiyordu. Mustafa ise okumak istiyordu, mektep istiyordu.
"Ben omzunda bez satan bir bezzaz olarak yaşamam, yapacağım çok işler, yerine getireceğim çok vazifeler var!" diyerek; asker olmasına şiddetle karşı çıkan annesinden gizleyerek ve ona hissettirmeden, Rüştiye Mektebi sınavlarına girdi. Mustafa kendi yolunu, kendi iradesiyle çiziyordu. Şemsi Efendi Mektebi'nde eğitimini henüz tamamlamamış olmasına rağmen, Rüştiye sınavlarını kazanarak, askeri okula kaydını yaptırmış olması ancak çalışkanlığıyla mümkün olabilmişti.
Sıcaktı... 26 Ağustos gecesi Kocatepe sırtları ve Afyon Ovası
ve Kütahya
ve Aydın illeri ve Sakarya,
Adana, Antep ve Maraş
ve Dumlupınar, Eskişehir, Erzurum,
Trakya, Sarıkamış ve Urfa; sıcaktı... Havada bekleyişin, kararlılığın ve umudun hissedilebilir ağırlığı vardı. Aslan bakışlı komutan 1914'den 1918’e, 1918'den 1922'ye; ihaneti, yalanı, yağma ve talanı, memleketi satanı ve umudu, azmi, cesareti, kararlılığı ve bilgeliği gördüğü gözleriyle, yıllarla hatta yüzyıllarla bakıyordu; Kocatepe'den Afyon Ovası'na...
Güney cephesi, Balkan muharebesi, Kafkasya ve Trablusgarp ve Çanakkale cephelerinde şehit düşen vatan evlatlarının ölüleri üzerinde yatanların ve vatanı satanların, düştükleri can korkusuyla, kendi ihtiraslarını ve onursuz başlarını kurtarma çabalarını görmüştü. Amerikan mandasını, İngiliz sömürgesini veya Fransız himayesini bir kurtuluş yoluymuş gibi göstermeye çalışanlara karşı, yaralı göğsünü siper etmişti. Günlerce, aylarca ve yıllarca, türlü yokluklara ve zorluklara rağmen, her an her dakika insanüstü bir çaba ve gayretle, egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesi için çabalamıştı. Şimdi bu güçlü niyazının gerçek olabileceği tarihi bir dönüm noktasının tam ortasında duruyordu.
1918'de İstanbul'un, 1919'un Mayıs’ında İzmir'in işgali, karın boşluğuna saplanmış bir ok gibi canını yakıyordu. İngiliz savaş gemilerinin İstanbul'a nasıl gelebildiğini çok iyi bildiğinden, nasıl gideceğini de çok iyi biliyordu:
"Geldikleri gibi..."
Bir nefes daha çekti sert tütününden. Sonra çadıra dönmek üzere ayrıldı uçurumun kenarından. Paşalar da onunla beraber yürümeye başladılar. Taşlık patikadan, karargâh çadırına doğru yürürken birden durdu. Saat dörde geliyordu. Ata yurdu Selanik'in ve tüm Rumelinin nasıl bir gecede düşmana teslim edildiğini hatırladı bir anda. Canı gibi sevdiği memleketini, dünya gözüyle bir kere daha görmek istemiş ancak nasip olmamıştı. Ne çok anısı vardı orada oysa... Rüştiye Mektebi’ni kazanıp, üniformasıyla eve gelişini hatırladı. Annesi onu kapılarda karşılamıştı.