“ARININ KAHRIN ÇEKMEYEN NE BİLİR BALIN KIYMATIN”
Ömrünce kendini böyle mutsuz, böyle bedbaht hissetmemişti. Şekilsiz, insanı adeta taşa çeviren bu tabutlukta* artık daha fazla kalamazdı. Üç ay mı olmuştu getirileli? Beş ay mı? Aylardır, demir kapının anahtar deliğinden giren cansız havayla ve el büyüklüğündeki kirli pencereden sızan ölü ışıkla dertleşiyordu. Zaman renklerle birlikte yitip gitmişti artık. Saatler, günler, haftalar, aylar birbirine karışmıştı. Dün ne zamandı; yarın ne zaman? Hatırlamıyordu artık. Sanki geçmişi yoktu. Sanki hiç yaşamamıştı. Duvarların rengini, kaç yaşında olduğunu, buraya ne zaman geldiğini, en son ne zaman banyo yaptığını hatırlamıyordu. Nasıl göründüğünden bihaberdi. Aylardır sorgu memurlarının kararmış yüzlerinden başka kimsenin yüzünü görmemişti. İşkence odalarından sızan çığlık ve acı seslerinden başka ses duymamıştı. İşkence memurlarının onu türlü yöntemlerle konuşturma çabalarına belki de böyle dayanabilmişti; adından gayrısını bilmeyerek…
Kirli pencereden sızan sokak lambasının ölgün ışığının altında ellerini görmeye çalıştı. Kirli tırnaklı parmaklarına ve avuç içlerine baktı uzun uzun… Sanki kendisine ait değillerdi. Ellerini uzamış, dağınık sakallarında ve saçlarında; sonra hücresinin duvarlarında gezdirdi. Tanıdık bir şeyler arıyordu ama bulamıyordu. Ağlamaklı oldu. Tam gözyaşlarını koyuvereceği anda duydu onun sesini:
“Kollarımı kaldıramıyorum, kanamam var!”